Eskiye dönelim…

-Sen bize iki demli çay getir. Tavlayi unutma sakin…
Burnumuza oda parfümü kokusu yerine, yosun kokusu gelirdi. Sevgililer kumsalin küçük ve kalabalik olmasindan dolayi balikçilarin balik tuttugu kayakliklara giderlerdi, aksamüzeri. Bir gün hiç unutmam arkadasimla kahvehanede yine yer bulamadigimiz bir zamanda kahvehanenin önündeki kayaliklara oturduk. Hatta bir süre sonra kahvehaneye ugramadan direkt kayaliklara gitmeye basladik yer yoktur diye… Sohbet oldukça koyu ve keyifli… Ne çok konusarak sikiyoruz canimizi ne de az konusarak. Iste az önce bahsettigim sohbetin tatli yerinde, arkamizdaki kahvehanenin çiragi gelip;
-Abla çay var, kahve var…
Sözünü kesiyorum:
-Biliyorum biliyorum.
Arkadasima bakiyorum ne içersin dercesine. Havada hafif rüzgâr… “Çay mi içsek? Dayimin tabiriyle tavsankani…” Yok, yok onu bos bir masa buldugumuzda söyleriz. Tavla oynarken güzel olur.
-Sen bize iki orta sekerli kahve getirir misin? Küçük fincanda olsun ama. Tadi damagimizda kalsin. Buraya her geldigimizde o kahve hatirimiza mutlaka ugrasin. Tatilimizin nasil geçtigini soran herkese ballandira ballandira anlatalim bu kahveyi.
Dediklerimi anlamadigini biliyorum. Ama arkadasimin tebessümü yetti bana.
-Getirecek misin?
-Ben size sade kahve getireyim abla. Onda bakilan fal daha belirgin çikiyormus.
Dogrusu hiç beklemedigim bir karsilik oldu. Hafif saskinlik ve dalga geçermis bir gülümsemeyle:
-O niyeymis o? Uydurma.
-Yok be abla. Duyuyoruz gelen müsterilerin siparisini alirken konustuklarini herhalde. Bak benden söylemesi.
Fali kim bakacak derken atliyor lafima:
-Fala ben bakarim. Bahsis istemem.
-Hadi getir bakalim.
Kabullenmem bahsis istememesinden degil. Fala bakma isteginden. Gülen ve bir o kadar da isildayan gözleri, batida duran günesi tekrar doguya çekti. Siz de dayanamazdiniz ki…
Iste geldi tatil dönüsü dillere destan edecegim kahvelerim. Istedigim gibi. Küçük ve köpüklü. Yapmaktan en çok keyif aldigim sey kahvemin köpügüne üfleyerek sekil çikartmak. Çok beceremem ama denerim iste… Velhasil içtik kahvelerimizi. Kapatip kendimize dogru döndürdükten sonra “neyse halimiz çiksin falimiz…”
Günesi alt üst eden gözler simdi de fincanimin pesinde. Ama yine ayni seyler. Içim kabarmismis, nazar degmismis, haber alacakmisim… Bos ama ümitli lakirdilar. Biz duydugumuza inanmiyoruz, karsimizdaki gördügüne. Güzel çikan seylere inanmak istedigimiz kesin. Ama tutup fala inanmak büyük yenilgi… Ben zaten inanmam. Diyorum da siz bana inanmayin. Yenilirsiniz…
Simdi bir fincani hatirliyorum, bir çakil taslarini, kayalari, kumsallari, yosunlari, pasli sandalyeleri, bir ayagi küçük olan masalari… Onca faldan sonra isitmedigi azar kalmayan fincanin büyüklügüne, arada bir de olsa dayanilmasi güç olan yosun kokularina ve pasli sandalyelerin gicirtilarina aldiris etmeyen çakil taslarinin gamsizligina ve en son kumlarin üstünde bulunan et ve kemik yiginlarinin dertlerini dinleyen kumsalin vurdumduymazligina bakiyorum. Hangisine imreniyorum?
-Hos geldiniz efendim. Ne alirdiniz?
Dalmisim… Irkiliyorum. Önce nami diger takim elbiseli garsona, sonra kaygan ve islenmis fayansli zemine ve isiklandirilip süslenen, yosun kokusundan mahrum kalan kumsala inat:
-Kahve istiyorum çirak. Sade lütfen…
//B.Ç.
Hay bin kunduz, neredesiniz kuzum? Özlemistik vallahi =)
Onca raadan sonra nefis bir baslangiç olmus…
Tekrar hosgeldin…
sahane bi yazi olmus.Beni burdan alip nerelere götürdünüz.
Lütfen bana da bi kahve sekerlice olsun =))
Tesekkür ederim ben de özledim sizleri 🙂
Ins. daha sik görüsecegiz..
Alabegüm; sizin sekerli kahvenizin falina ben bakarim. Üstüne yazi da yazarim =)